İlkokul çağlarımda en çok korktuğum vakitler, sınıfıma aşıcıların geldiği zamanlar olurdu. Henüz daha birinci sınıfı giderken başlayan bu fobi, ilerleyen yıllarda varlığını sürdürmeye devam etti.
Prensip olarak vücuduma soğuk bir demir parçasının girmesinin istemiyorum. Can yakışı ya da aşının içindeki sıvının damarlarımı önce şişirip sonrasında oralarda dolandığını bilme fikri hoşuma gitmiyor.
Kısaca iğneden korkuyorum diyebiliriz.
Travmatik sebeplerden ötürü müdür bilmem, aşıcıların sınıfa geldiği vakit sıralara sinen bir koku olurdu. Önce pamuklar, sonra damarı bulmayı kolaylaştırmak için kolumuzu sıktıkları koyu turuncu lastiklerin, öğretmen masasına konulunca verdiği görüntünün bir kokusu vardı. Buna aşı kokusu diyordum.
Aynı kokuyu sıkça duyduğum yer ise hastane koridorları olurdu.
Kısaca hastanelerden korkuyorum diyebiliriz.
Sevmiyorum da diyebiliriz. Ya da her neyse…
Poliklinikteki tabelaları da sevmiyorum.
–Kulak burun boğaz- Sevmiyorum. –Dahiliye- Sevmiyorum. –Üroloji- Sevmiyorum.
Ancak içlerinden en sevmediğim çocuk hastalıklarıdır.
Şu dünyada çok daha az üzücü söz vardır. Çocuk hastalıkları…
Çocuklar hasta olur mu? Diye haykırdım içimden. Çocuklar hasta olmamalı diye devam ettim. Koşsun onlar. Koşsunlar, zıplasınlar… Bulutlara değsin uçurtmaları, ötesine ulaşsın umutları… Ne biliyim ağustos ikindilerinde top oynasınlar. Sonra susayıp ağızlarını dayasınlar gürül gürül akan çeşmelere. Kana kana yudumlasınlar buz gibi suları. Sonrasında boğazları şişmesin. Cıvıldasınlar bahçelerde, sokak aralarında kıkırdasınlar. Kuş ötüşlerini sevmeyen yetişkinlerin bile vicdanları gülümsesin sonra…
Çocuklar hasta olmasın kısaca. Hep beraber sökelim o tabelaları. Bağıralım çocukların yeri hastaneler değil diye. Dondurmalar yiyelim hep beraber ama boğazları hiç şişmesin. Tatlı şuruplar içsinler ama hiç biri öksürük şurubu olmasın.
Ne bileyim belki çocukça söylemlerin içinde haykırıyorum ama içimdeki çocuk bana bunu söylüyor. Bu masumane varlıkların hastane köşelerinde umut beklemesi fikri çok ağırıma gidiyor. Şuan nerde miyim? Hiç sevmediğim tabelanın önünde!
İçim sıkıldı sonra ve bahçeye çıktım. Hastane bahçeleri ağlamaklı olur. Hele acilin oralar. Birileri hep ağlayarak çıkar. Telaşla girer hepsi. Birileri ağlar çıkar, birileri hiç ses etmeden yol alır. Eve ya da sonsuzluğa…
Derin bir nefes aldım. Kafamı kaldırdığımda çam ağacının iğnelerinin yere düştüğünü ve zemini soluk kahverengi bir örtü ile kapattığını gördüm. Mevsim sobaların bodrumlardan çıkmaya hazır olduğu vakitler dedim. Sonra birileri ağlayarak çıktı. Saatime baktım. Ölmek için uygun bir vakit değildi. Sonra dedim ki ölmek için hiçbir saat uygun değil…
Ama abimin gelmesi için fena dakikalar sayılmazdı. Küçük kızının randevusu vardı. Yarım saat sonra muayeneye girecek ve sonuçları alacaktık. Kendisinin mühim bir işi olduğu için benden rica etmişti.
Şöyle bir göz gezdirdim büyük kapıya. Bir ambulans, iki aksak adımlı ihtiyardan sonra gözüktüler. Hızlı adımlarla yanıma geldiler. Küçük kızını ve elindeki belgeleri elime tutuşturdu.
“Kardeşim benim çok acelem var. Daha Kamuran amcayı alıp öteki hastaneye götüreceğim. Olurda acil kan lazım olursa diye bir tane de fazladan kan bağışçısı olması lazımmış.”
Anladım abi dedim. Onayladım. Yengemin doğumunda bende olmak isterdim ama gözün arkada kalmasın. Biz ufak prensesle sonuçları alır geliriz.
Sarıldı abim. Gözleri doldu bir an. Küçük kızına baktı. Birkaç saat sonra ortanca kızı olacaktı.
“Mühim olmasaydı gitmezdim kızım. Biliyorsun… Sen şimdi amcanla doktora git. O sonrasında seni getirecek tamam mı? Geldiğinde küçük kardeşinde bizimle olacak. Amcanı üzme tamam mı?”
Müstakbel ortanca kızı onayladı. Uslu bir bebeydi hep. Kehribara çalan gözleri vardı. Yengeme çekmişti. Bizimkiler yedi kuşak hep siyah…
Abim kızını öptü ve teşekkür ederek koşar adımlarla geldiği yönden çıktı. Sonrasında bir ambulans, iki aksak adımlı ihtiyar…
İçeri girmeden önce dondurma yemek ister misin küçük prenses diye sordum. Normalde aslan parçası, prenses, küçük hanım-bey gibi hitapları sevmem. Ama bugün istisna günüm.
Hayır anlamında başını salladı. Babasına çok düşkün bir kızdı. Bir tane ablası var. Dokuz yaşında. Ortanca, yani kehribar gözlü yeğen ise altı… Ama babasına bir aşık, bir aşık ki sorma gitsin.
Abimin üçüncü kızını merak ediyorum. Bakalım o da babacı olacak mı? Gerçi ilk göz ağrıları biraz asiydi. Hem de anneci. Ama ortanca başka tabi… Babasında başka insan biliyor mu dersen, bilemem. Herhalde en çok onu görüyor.
Hasta doğdu ortanca. Beyninde ne menem bir hastalıkla dünyaya geldi. Ya da doğarken maruz kaldı, bilemem. İsmi lazım değil, sara benzeri bir hastalık. Aniden bayılıyor kızcağız.
E haliyle tek salamıyor abimler. Karşıdan karşıya geçerken bile tehlikeli. Nerde ne zaman vuku bulacağı belli olmuyor bu zibidi illetin. Ha bir de neden olduğu, nasıl çözüleceği bilinmiyor. Kendiliğinden de geçebilirmiş. Belli bir tedavisi yokmuş. Yani bazı durumlarda…
Bizim kız da böyle. Ne zaman biteceği Allah kerim… Lakin abimler çok temkinli. Olması gerektiği gibi…
Çocuğu pek salmadılar dışarı. Hep evdeydi. Abim çalışır on beşinden beri. Okumadı o biraz haylazdı. İlk çocuk olmanın verdiği bir şımarıklığı sahipti. İnat etti lise iki matematiğine, bunu yapacağıma sanayiye giderim dedi. Ters psikolojiyi ete kemiğe bürüdü herif. Sonraki 10 yılını gres yağıyla karışık turşu suyu ve esnaf lokantası yemekleri ile geçirdi. Bir aralar çok isyan etti. Hatta bir yaz sanayiyi bırakıp Didim’e garsonluğa gitti. Ekim sonu gibi döndüğünde oranın uzun vadeli olmayacağını anlayıp sanayiyi kabullendi. Takibindeki beş senede iyice usta oldu. Rahmetli kredi çekti abime, ona bir dükkan aldılar. Sonra yengemle evlendi hemen senesine büyük yeğen doğdu. Abim ilk kızının doğumundan sonra müthiş bir değişim geçirdi. Adam mevcut zekasının hepsini kullandı diyebilirim. Tam o dönemler bu sosyal medya işleri patlayınca oraya kafa yordu. Kendi işlerini paylaşıp durdu. Reklam olur biliniriz derdi. Haklı da çıktı. Bir iki müşteri duyup geldi vesaire derken işleri büyüttü. Bir dükkan, iki dükkan demedi daha da kazandı. Ekspertiz açtı en son. Beni de dükkanlarının birinin başına müdür yaptı. Arabalardan da pek anlamam gerçi. Hala onlar hakkında tek bildiğim Optimus Prime’dan ibaret. Ne bileyim bujiler meme yapmış, hava yastıkları, torpido ve benzin fiyatlarının önlenemez yükselişi falan… Arada evrak geliyor önüme, imza atıyorum. Gün bir şekilde geçiyor.
Hani her ailede vasıfsız biri olur ya, akraba kontenjanını doldurur. Her şeyi eleştirir ama hiçbir halta yaramaz. İşte bizim ailede o rolü üstlenen müsvedde benim. Şu hayatta sevdiğim ne var? Cidden bilmiyorum.
Ama sevmediğim bir şey var. Çocuk hastalıkları tabelası!
Yine o tabelanın önündeyim. Bu sefer yanımda ortanca kehribar var. Nasılda yakışmıyor buraya. Öyle bakıyor sağa sola. Masum ve kehribara çalan gözleri hiç buraya ait değil gibi.
Bir süre bekledik öyle. Ortalıkta elinde kağıtlar ile gezen insanlar ve sırası gelenin anonsunun yapıldığı bildirgeler vardı. Belli bir süre kadar, sanırım iki adet ACDC şarkısı boşluğu kadar bekledik. Bizim sıramız yandı ve içeri girdik.
İçeri girince bizi orta yaşlarda bir hemşire karşıladı. Elimizdeki kağıtları alıp buradan gelin lütfen dedi. Altında tütü olan bir iskeletin yanından geçtik ve yeni bir kapıya vardık. Duvarlarda mevsimler ve harflerin komik şekillerle gösterimleri vardı. Kapıya gelince elindeki kağıtları bir kez daha baktı ve bize dönüp:
“Üç numaralı Çocuk Nörolojiye gireceksiniz. Şimdi içerde hasta var. Tahminimce yirmi dakika içinde çıkar. O süre zarfında bekleme salonunda oturabilirsiniz.” Dedi ve kapıyı araladı.
Kapının ardında büyük bir bekleme salonu vardı. İçeride oturan aileler ve çocuklar, beş adet de klinik odası mevcuttu. Yine duvarlarda öğretici olduğunu düşündüğüm posterler, Örümcek Adam, Kayu ve Kral Şakir gibi karakterlerin figürleri vardı.
Bu kadar çocuk popüler kültürüne vakıf olduğumu bilmenin şaşkınlığı içinde ortaya doğru yürüdük. Ortanca kehribar elimden sıkıca tutuyordu. Daha az yabancıladığı eli, daha fazla yaptığına tercih etmişti.
Usulca geçtik ve boş bulduğumuz ilk sıralara oturduk. Yanımızda iki farklı kadın vardı. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Bir buçuk dakika boyunca kulak kabarttım. Şifalı taşlardan, nefesi kuvvetli hocalardan, çörek otu ve dişi incir ağacının sütünden bahsettiler. Aradıkları dermandı ve umutları çok yüksekti. Bir süre daha konuştular ve bir umut diye başladıklarını düşündüğüm bilgi alışverişlerine, bir umut diyerek son verdiler. Sonra birinin çocuğunun ismi okundu ve gittiler.
Yanımdaki kadınlar gidince ortanca kehribara döndüm. Gözlerini başka bir yere dikmişti. Hemencecik dikkat kesildim radarına ve salonun ortasındaki kırmızı salıncağa baktığını fark ettim. Karşılıklı oturulan salıncaklardandı. Aslında ilkin bir şaşırdım. Çocuk hastalıkları bekleme salonunda salıncağı işi ne dedim. Sordum kendime ama hemencecik hicap duydum söylediklerimden. Burası çocuklardan oluşan bir yer. Ama nasıl olurda ilk girdiğimde görmem diye ekledim. Sonra da çok uzatmadım.
Sende sallanmak ister misin? Dedim bizim kehribara.
“O kırmızı şey nedir?” Diye sordu. Şaşırdım. Cidden şaşırdım. Bilmiyor musun dedim. Hayır anlamında başını salladı. Salıncak bu dedim nasıl bilmezsin? İki elini yanlara açtı ve bilmiyorum duruşu yaptı.
Ah dedim içimden. Gerçekten bizim kehribar hiç salıncağa binmemiş. O an içime örs oturdu. Geldi gökyüzünden son sürat böğrüme çöktü. Bir ağrı, bir sızı derken tüm ruhuma sirayet etti. Yutkundum ve binmek ister misin diye sordum. İçim cız dedi bunları söylerken.
“Olmaz ki…” Dedi. “Baksana başkaları var.”
Ne olacak ki dedim. Arkadaş olursun hem.
“Benim arkadaşım var. Komşum teyzenin kızı… Şimdi oradakilerle arkadaş olursam o üzülür.” Dedi.
Ah dedim içimin içinden. En azından arkadaş kavramını biliyor. Ya o da muallak bir kavram olsaydı bizim ortanca kehribar için…
Bir kez daha yutkundum ve oturduğum yerden kalkıp dizlerimin üzerine çöktüm. Kehribarı döndüm ve bak dedim o gördüğüne salıncak derler. Biniyorsun ona ve sallanıyorsun. Genelde birileri sallıyor seni ama ayaklarını kullanarak kendin de sallanabiliyorsun. Çok eğlenceli bir oyuncak… Bazen o kadar yukarı sallanıyorsun ki, sanki elini uzatsan bulutlardan bir parça koparacakmış gibi oluyorsun. Gerçi şimdilik bulut yok ama gidelim de dene istersen. Hem komşun teyzenin kızı da senin salıncağa binmeni istiyormuş ben sordum dedim.
“Ne zaman?” Dedi. Hemencecik inandırdım.
Sonra ürkek adımlarla salıncağa kadar elini tuttum. Diğer çocukların yanına yer açtım ve kehribarı oturtturdum. Bir eliyle salıncağın demirini tutuyordu. Gözlerinde endişe ve merak kol geziyordu. Bir sallandı sonra iki sallandı derken çocuk işte… Eğlenmeye başladı.
Sonra diğer çocuklara baktım. Muhtemelen birçoğu ilk kez salıncağa biniyordu.
O ana değin birçok şey kalbimi kırmıştı. Birçok gecenin yarısına ağlamıştım. Birçok sabahın şafağında bitap düşüp sızmıştım ancak hiçbiri bu denli içime oturmamıştı.
Hiçbir çocuk salıncağı hastanede öğrenmemeli.
Kehribarın ve diğer çocukların gülümsemelerini dinlerken düşündüm. Yarın öbür gün bunlar büyüyecek. Birçoğu sıhhatine kavuşacak belki. Birçoğu bedeller ödeyecek bu yolda.
Sonra genç adam-kız olacaklar. Üniversitelere gidecekler. Oturacaklar bahçelerde ve arkadaşları ile konuşurken çocukluk anılarından bahsedip gülecek diğerleri. Buradakiler susacak. Sonra soracaklar buradakilere, sen neden hiç anlatmıyorsun diye. Ne anlatıyım ki diyecekler. Benim hiç yaramazlığım olmadı ki, hiç sapan yapmadım mı diyecekler. Oturup Legolarla, yapbozlar ile geçirdikleri zamanları mı anlatacaklar. Bisikletlerine boncuklar takan bebelerin anılarını dinlerken susacaklar yine. En büyük yaramazlıkları kan vermekten kaçtıkları anlar olacak belki. Bilemiyorum. Ancak susacakları aşikar…
Adımız okundu o sıralarda. Hemencecik gittim bizim kehribarın yanına. “Biraz daha sallanayım mı amca?” Diye sordu. İçimden bırakıyım seni de büyüyene kadar burada sallan dedim ama hemencecik geri geleceğiz dedim.
“Tamam.” Dedi uslu yeğenim. Tuttum elinden sonra ve üç numaralı odaya girdik. Doktor beni görünce:
“Abinizle de görüştüm az önce. Bu arada sizi de tebrik ederim şimdiden. Allah analı babalı büyütsün.” Dedi. Teşekkür ettim.
Elindeki kağıtlara baktı. Bizim kehribara birkaç soru sordu sonra. “Siz buyurun burada oturun. Ben sonuçları iyice bir analiz edeyim geleyim dedi ve içerdeki kapıdan girdi. Garip bir hastane dedim içimden. Herkes iç kapıdan bir yerlere girebiliyor.
Sonra bizimkine baktım. Yüzü gülüyordu. Kırmızı salıncağı beğendin mi dedim. “Çok beğendim.” Dedi. Daha sonra seni kocaman bir parka götüreyim mi dedim. Hem orda kaydıraklar da. Tahterevalli de var. Döndürgeç dediğim garip bir oyuncak da var. Ama döndürgeç için söz vermiyorum çünkü benim midem çabuk bulanır dedim. Heyecanlandı. “Babam da gelir mi?” Dedi. Gelir tabi dedim.
Abim işine daha odaklı bir insandı. Yengem de haliyle çocuklarına düşkündü. Ne kendi ailesine ne de bize pek vermezdi çocukları.
Biraz daha bekledik. Sonra doktor çıktı geldi. “Müjdemi isterim.”
Nedir o doktor bey dedim. Yüzü gülüyordu.
“Küçük kızımız hastalıktan kurtulmuş. Son sonuçları çok iyi maşallah! “
Bitti mi şimdi dedim. Artık krizleri olmayacak mı?
“Yüzde yüz diyemeyiz tabi ancak uzun bir süre belki de yüz sene olmayabilir. Nasıl olduğu belli olmayan hastalığın nasıl bittiği de belirsiz.” Dedi.
Gülümsedim. Doktorun elini sıktım sonrasında teşekkür ettim.
“Abinize siz söylemek ister misiniz?” Dedi. Olur dedim doktora. Sonra doktor masasına gitti ve çekmecesinden elma şekeri çıkarıp verdi. Kendisinin adetiymiş. İyileştirdiği çocuklara elma şekeri verirmiş. Tabi bizim yeğen elma şekerini de ilk kez görecek olduk ki jelatinin çıkarıp elmasından tuttu. Nedendir bilmem ama o an odada bulunan birbirinden alakasız üç insan olarak güldük.
Doktora tekrar teşekkür ettim ve kehribarın şekere bulanmamış elinden tutup odadan çıktım.
Abim bugün şanslı günündeymiş dedim içimden. Çifte müjde alacak adam.
Yaratılışımdan beri nefret ettiğim yerde, bencil bir sevinç içindeydim. Bekleme salonunu terk etmeden önce arkama baktım. Hala hasta çocuklar ve kırmızı salıncak vardı.
Hiçbir çocuk salıncağı hastane de öğrenmemeli dedim içimden.